Almancı Gelin "Perde Arkası"

Hani bir Almancı Gelin hikayesi vardı, epey çok sevilmişti. Şimdi o Almancı Gelin bizim için hikayesinin "Perde Arkası" başlıklı bölümünü yazdı. 

Hikayenin ilk kısmı için şuraya,
nişan detayları için şuraya bakabilirsiniz.

Şahane yazmış! Ben yine laf kalabalığı etmeden sizi direk yazara bağlıyorum.


Merhaba! 
Beni hatırladınız mı? Hani şu Almancı Gelin hikayesinde ki baş karakter vardı ya? İşte o benim! Yeniden kendime hakim olamadım ve başımdan geçen minik bir anıyı yine nabrut aracıyla sizlerle paylaşmak istedim.

Nabrut'un sayesinde  ben de sizler gibi genelde sonu evliliğe doğru giden olayları okuyorum ve her hikayenin sonunda şunu demekten kendimi alıkoyamıyorum.


Ya Sonra?

Hikayesini okuduğumuz çifte sonra ne olmuş? Gerçekten mutlu mesut yaşamaya devam ediyorlar mı? Evlendikten sonra her şey daha mı iyi oldu? Yoksa acı gerçekler gün yüzüne mi çıktı?

İşte bu ve bunun gibi sorulardan yola çıkarak, sizlere evlendikten sonra da neler olduğunu anlatmaya karar verdim. Evet... biraz zor, karmaşık ve entresan bir şekilde dünya evine girdim girmesine ama sonrasıda pek durgun ve sakin sayılmaz açıkcası. Hayatımız ne yazık ki filmlerdeki gibi mutlu sonlara ulaşınca sona ermiyor. Her gün her saniye sabrımız ve sevgimizle sınanmaya devam ediyoruz...

Hazır mısınız? 
O halde başlayalım...

----------------------------

Evliliğimizin birinci yılını çoktan atlatmışız. Hayatımız belirli bir düzene girmiş artık. Eşim yeni işinden bir hayli memnun sürekli mesaiye kalıyor, ben ise komşularımdan memnunum eşimin yokluğunu aramıyorum. Akşam eve gelince bir iki muhabbet edip hemen uyuyoruz çünkü o, sabah çok erken kalkıyor. Günlerimiz öyle birbirine benziyor ki dejavu hissini iliklerime kadar yaşıyorum.

Her şey eşimin bir akşam içeri oflayarak girmesiyle başlıyor. Uzun zamandır onu böyle görmediğim için hemen telaşa kapılıyor ve art arda neler olduğunu soruyorum. Kanepeye yorgunlukla çökerken, saçlarını dağıtıyor. O an içime öyle bir korku çöküyor ki anlatamam.

"Sibel ya...Yüzüğümü kaybettim" diyor bir anda. Sanki gelirken ekmek almaya unuttum dercesine bir rahatlıkla. Sanki o gün tuttuğu takım berabere kalmış gibi bir umursamazlıkla. Sanki evlilik yüzüğümüzü değil de şemsiyesini unutmuş gibi bir vurdum duymazlıkla.

İlk bir iki dakika sessizlik çöküyor üzerime. Aklıma öyle senaryolar geliyor ki her biri korku film dalında oscar adayı. En korkunç olanı belli tabii ki. 

Aldatılmak... 

Düşüncesi bile kesiyor nefesimi. Kendime geldiğimde sakince 
"Neden çıktı ki parmağından?" diyorum.

Karşılık olarak ben çıkarmadım parmağım koptu ya da üzerimden kamyon geçti de öyle çıktı felan desin diye bekliyorum. Ancak öyle kabul edebilirim.  O yüzüğü pervasızca çıkartıp atamaz, atmamalı diye düşünerken;

"Parmağımı çok sıkıyordu" diyor.

O an bütün kelimeler çıkmak için dudaklarımı zorluyor. Öfke patlaması yaşamak üzereyim. Söylemek istediğim o kadar çok şey var ki...



Biliyor musun demek istiyorum, beni de sıkan şeyler var. Mesela her gün itinayla değiştirip attığın o gömlekler var ya! Ben onları jilet gibi ütülerken mesela çok sıkılıyorum! Ya da iş arkadaşın Bay X varya, sen onunla muhabbet etmek için sık sık buluşurken, ben karısından çok sıkılıyorum!

Bedenimi sormadan evlilik yıl dönümünde aldığın elbise var ya! O bana dar geliyor! Kaburgalarım ciğerime batıyor!  İnan bana çok ama çok sıkıyor!!!!!!!

Ama tabi bunların hiç birini demiyorum. 
Bakmayın öyle bana. Evlendikten sonra çok durgunlaştım ben. Eski hırçın tavırlarım geçmişte kaldı. Daha sakin ve olgunum. Peki ne mi yapıyorum o akşam?

Akşam yemeğini ısıtmak için mutfağa gidiyorum. Evet yanlış duymadınız, tek bir kelime dahi etmiyorum. Gerçi bu durumda ne denir onu da bilmiyorum. O gün anlıyorum ki en büyük tepki, aslında tepkisizlikmiş. Benden ses çıkmadığını gören eşim,  ertesi gün başlıyor yumuşatmaya. 


"Belki çekmeceye koydum da hatırlamıyorum"

Seslenmiyorum.


"Belki Mustafa'nın ofisinde unuttum. Dur bir arayayım"

Susuyorum.


"İş kıyafetimin cebine de bakayım" 
Hala sessizim.


"Olsun ya yaptırırız aynısından bir tane"

İşte iplerin koptuğu an benim için o an oluyor. İçimde sukunete çekilmiş çirkef kızı dışarıya çıkartıyor. 'Aynısı' kelimesini kaldıramıyorum, ağır geliyor. Düşünsenize nasıl aynısı olabilir ki? O yüzükleri birbirimize takarken biz aynı mıydık? O heyecanımız aynı mıydı? Ellerimiz titremiyor muydu? Neler olacağını düşündükçe hem heyecanlanıyor hem korkmuyor muyduk? 
Aynısı olması mümkün mü?

"Sen..." dedikten sonra yine susuyorum bir müddet. 
"Sen varya... Tam bir eşşeksin!"  deyip kahvaltı sofrasını terk ediyorum. Tek tepkim elbette bu olmuyor. Ben de çıkartıyorum yüzüğümü. Ay nasıl bir acıymış bu sormayın. Sanki boşanıyoruz, ciğerlerim yanıyor.

Evde sabahtan akşama kadar ağlayıp, akşam o gelince hiç bir şey olmamış gibi devam ediyorum. Yüzüğümü çıkardığımı fark etmiyor bile zaten. Onun için şimdilik her şey yolunda gözüküyor.

İşte eşimle büyük krizimiz böyle başlıyor. Uzun süre devam eden bir küslük çekiyoruz. Sayıya dökmek istesem, yaklaşık 3 hafta diyebilirim. Nasıl acı dolu geçiyor bugünler anlatamam ama sonuna kadar devam etmekte kararlıyım. 

Peki 3 hafta sonra ne oluyor? Ne oluyor da ben bu kocakafalıyı affediyorum? İşte asıl gelmek istediğim yer burası.

3 hafta sonra eşimin halaları, amcaları (evet Almanya'ya sülalecek gitmişler) Almanya'dan doğup büyüdükleri köye ziyarete geliyorlar. Bizimki durur mu? Onların hasretiyle yanıp tutuşuyor zaten. Bir hafta sonu ufak bir valiz yapıp otogarın yolunu tutuyoruz. Otobüse doğru ilerlerken elimi tutmaya çalışıyor ama yapıştırıyorum eline şaplağı. Her şey ezberimde hala unutmadım tabii ki.

Köye bir varıyoruz aman Allah'ım! Yok böyle bir amca, hala. Düğünümüzde olmadıkları için, bu onları ilk görüşüm. Tuhaf aksanları ve giysileriyle beni şoka uğratıyorlar. Yarı Almanca, yarı Türkçe konuşmaların hiç birine katılamıyorum doğal olarak. Gözlerim insanlar arasında zikzak çiziyor sadece.

Lafı çok uzattım biliyorum ama sıkın dişinizi asıl olaya giriyorum şimdi. Sanırım amcasının en büyük oğlu, o kadar kalabalık içinde gelip benim eşime beni soruyor bir anda. Hem de aşırı derecede argo bir dille "Şu taş gibi hatun kim?" diyor.

Evet bu cümle karşısında hepinizin midesi bulandı, biliyorum, merak etmeyin yalnız değilsiniz. Bunu yalnızca eşim duysa gene sorun değil ama çevredekilerin de duymuş olması ayrıca bir felaket. Eşimin suratı kıpkırmızı olurken, çevreden biri anında bu patavatsız kuzeni uyarıp benim kim olduğumu kulağına fısıldıyor. Tabii hemen anında özür diliyor ama iş işten çoktan geçmiş oluyor. Bu esnada benim hiçbir şeyden haberim yok. 

Bir gece yatılı kaldığımız misafirliğimiz sonlanırken ortamdaki tuhaflığı seziyorum ama nereden bilebilirim ki bunun nedeninin ben olduğunu? Yeniden kendi şehrimize indiğimizde bu defa elimi çekmeme izin vermeden sertçe tutuyor eşim. O an tabii bir korkuyorum, neler olup bittiğinden haberim yok. Eve gidince buzluktan kıymayı çıkarmayı düşünürken, bir bakıyorum eve değil kapalı çarşıya doğru gidiyoruz.

Sürekli nereye diye sorsamda cevap alamıyorum. Adeta burnundan soluyor. Bir bakıyorum kuyumcudayız, yüzük seçiyoruz.

"Yeni bir yüzük istemiyorum, eskisinden gayet memnundum!" diye dişlerimin arasından mırıldansam da duymuyor beni. Görevli parmak ölçülerimizi aldıktan sonra onlarca seçenek sunuyor önümüze ama hiç biri gözüme güzel gelmiyor. Çünkü hiç biri ilk yüzüğümüzün yerini tutamaz.

Bir an için en pahalasını seçip eşimin cebini yakmak istesem de vazgeçiyor ve sade gösterişsiz bir çift alıp çıkıyoruz. Fakat yeni yüzüklerimiz ile eve dönsek de mutlu olamıyoruz, çünkü ortamdaki o sert havayı bir türlü kıramıyoruz. 

İşin aslını öğrenmem biraz uzun zaman alıyor ama öğrendikten sonra da ne zaman aklıma gelse gülümseden edemiyorum. Bu yukarıda bahsi geçen amca oğlu benim parmağımda yüzük felan görmeyince bekar biri sanmış. Düğünümüze de gelmeyince bilmiyor tabii benim evli olduğumu, ondan dolayı etmiş böyle lafları. Eşimin beni alelacele kuyumcuya sokması da bu yüzdenmiş. Gerçeği ağzından hiç duymadım. Hayatta anlatmaz bu durumu kendine yedirip.

Peki eski yüzüğümüzü bulabildik mi?

Hayır.

Benimki hala tek başına çekmecede ve ne zaman aklıma gelse başına kakıyor ve burnundan getiriyorum.

İşte böyle... Evlendikten sonrada hayat hiç durulmuyor. Düz ve rampasız bir yol vermiyor size. Her yer kaygan zemin, tehlikeli viraj, kontrolsüz kavşak, gizli buzlanma. Yine de hala aranızdaki sevgiyi koruyabiliyorsanız, birbirinize olan güveniniz ilk günkü gibi tamsa her türlü koşulda ilerleyebiliyorsunuz.

Almancı gelinden bugünlükte bu kadar :) Saçma sapan anılarımı okuduğunuz için size ve sizlerle buluşmama köprü olan değerli Nabrut'a teşekkürlerimi sunuyorum. 
Hoşçakalın...

Yorum Gönder

6 Yorumlar

  1. böyle okuyunca ne gerek var diyo insan, neden bu kadar büyütülür ki bir yüzük? hatta bazıları yüzük değil, kafa önemli diyor. ama öyle değil. ben de yazar gibi düşünüyorum benzerini yaşamış biri olarak. eşim de aynı pervasızlıkla yüzüğünü kaybettiğini söylemişti, sinirden oturup ağlamıştım. biz çok değer veriyorken, onların bu değersizliği insanı deli ediyor. sonra bulduk biz neyse ki. ama okurken aklıma geldi o gün, ve çok iyi anladım yaşadıklarını.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet aynen öyle diyorum ama bekara "eş" boşamak hesabı empati yapmaya da çalışıyorum :D

      Sil
  2. Bekarları etkilemiş olabilir hikaye ama şahsen ben daha onemlı bırsey beklıyordum. Tabi yasayan bayan yanlış anlamasın herkes için farklı olabilir onemsenen seyler . Ama ya sonra? Kısmı çok guzel olmuş . Asıl başlamak degıl surdurmek onemli . Gecen bır arkadaş daha duydum boşanıyormuş . Ben seni ömürlük sevdım dıye bır şarkı vardı, artık malesef ömürlük sevdalar azınlık:(

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Şahsen tam tersi bekar olarak hiç önemsemedim :D ama bilemiyorum evlenmeden anlayamayacağım şeyler var bence de :D

      Sil
  3. Anlatımına bile bayıldım.Roman gibi :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Seni görünce hep ilk blog açtığım yıllar geliyor. uzun zaman sonra eski bir arkadaşı görmüş gibi :)

      Sil